Günümüzde insanların mutsuz olmalarına rağmen ilişkilerini sonlandırmamalarının sebepleri neler? Bu konudaki gözlemlerinizi aktarabilir misiniz?
Başlangıçta biraz ilişkideki mutsuzluk nedenlerinden söz etmek isterim. İnsanoğlunun en temel prensibi haz peşinde koşmaktır. Haz aldığı sürece bulunduğu ortam ve kişilerin kusurları göze gelmemekte, görülmemektedir. Herkesin haz anlayışı birbirinden farklılık da göstereceği için ortak temelde buluşulan belli başlı ilkeler aranmaktadır. Bunların başlıcaları; kuvvetli bir iletişim içerisinde olmak, yersiz eleştirilerde bulunmamak, yargılamamak, suçlamamak, sadece kendisi değil yakın çevresiyle de iyi ilişkiler kurmak (aile, akraba, arkadaşlar) ve ortak cinsel beklentiler içerisinde oluyor olmaktır. Bu noktalardan birkaçında kişi çatırdama fark ettiyse işte ‘kusursuz olan ilişkinin’ kusurları görülmeye başladı demektir.
Günlük yaşam içerisinde, özellikle büyük şehirlerde yaşıyor olmanın verdiği stres yadsınamayacak derecede fazladır. Günün stresinden uzaklaşabilmek için kişi en yakın çevresinden destek beklemektedir. Bu da pek haliyle partnerimize düşen bir görevdir. Hayattaki önceliklerin değişmesi ise partnerin bu desteği yeteri kadar verememesine neden olmaktadır. Partnerden görülemeyen sosyal destek mutsuz olmak için nedenlerden biridir. Mutsuzken dahi, ilişkiyi hala devam ettiriyor olmanın en temel nedenleri ‘harcanan karşılıklı emek, alışkanlıklar ve bazı kişilik özellikleridir’.
Özgecilik kavramını nasıl açıklarsınız? İlişki içerisinde özgecilik nasıl örneklenebilir?
Özgecilik veya altürizm olarak adlandırılan kavram ilk olarak Fransız düşünür Comte tarafından öne sürülmüştür. Hiçbir çıkar ilişkisi olmadan, kendi isteklerini göz ardı edip, başkasının mutluluğunu kendisine görev olarak ilke edinmiş olma durumuna denir. Burada önemli olan nokta ‘-mış’ gibi değil, gerçekten de ilke edinmiş olmaktır. Kimi düşünüre göre özgecilik empatinin yüz bulmuş hali, kimine göre ise sadece başkasına yararlı olma amaçlı davranışlarla açıklanıyor. Günümüz ilişkilerinde sık duyduğum şeyler ‘ben onun için her şeyi yaptım, kendimi bıraktım onun isteklerini yerine getirdim’ deniyor fakat detaya girdiğimde bunun karşılıklı optimum düzeyde olduğunu görüyor oluyorum.
Duygusal ilişkilerde özgeciliğin, günümüze göre, geçmişte daha sık görüldüğünü söyleyebilirim. Büyükannelerimiz veya dedelerimiz hiç mutsuz olmadılar mı, hiç ilişkilerinde sorun yaşamadılar mı? Otuz yaş üstü olan toplumun yüzde kaçının büyük ailelerinde boşanma olmuştur? Mutsuz evlilikler, ilişkiler olsa dahi devam ettirilme çabası içinde olunurdu. Tabi ki bunun temel nedenleri; bir tarafın ekonomik özgürlüğünün olmaması, bazı dini mezheplerin getirdikleri, ailevi baskı görüyor olmaktan kaçınma ve erimdir ne yapsa yeridir yani konumuz özgeciliktir.
Günümüzdeki özgeciliğe dair örneklere bakacak olursak; yapılacak tatilin yerini, yenilecek yemeğin zamanını, gidilecek akrabanın kim olduğunu, zamanın ve paranın kim tarafından yönetileceğinin kararını, giyilecek kıyafetin rengini ve boyunu veya kimin evde oturup kimin dışarıda vakit geçireceğinin kararını çiftlerden biri veriyor ve diğeri buna ‘koşulsuz’ şekilde uyum sağlıyorsa bu ilişkide özgeciliğin varlığından söz edilebilir.
Türkiye’de karşısındakinin iyiliği için kendi mutluluğundan feragat edenlerin sayısı fazla mı? Bana çok fazla yaşanıyormuş gibi geliyor. Kadın mı yoksa erkek mi bunu daha çok yapıyor?
Oldukça fazla… Büyükşehirlerde, kadının da hem ekonomik hem sosyal özgürlüğü olduğu tabaka da dahil olmak üzere, kırsalda daha yaygın olmakla birlikte görüyoruz. Tabi az önce saydığım özgürlüklere sahip insanların özgeciliği daha kişilik özelliklerine bağlıyken, kırsaldaki kişilerin özgecilik biraz daha mecburiyete dayalı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Sadece tek bir cinsiyetin bunu yaptığını söylememekle beraber, kadınların daha fazla feragat ettiğini söylemek mümkündür.
Peki bunu neden yapıyoruz? Anaç olduğumuz için mi yoksa derinlerde çok daha başka sebepler mi barındırıyor sizce? Mesela çocukluktan gelen sebepler, örnek alınan anne-baba ilişkileri gibi…
Tabi ki anaçlığın rolü yani cinsiyetin genetiğinin etkisi olmakla birlikte toplumun anaçlık adı altında kadına yüklemiş olduğu bir roldür de. Kadın; ilgi veren, koşulsuz seven ve şefkatini gösteren cinsiyettir denir. Türk dil kurumu dahi ‘anaç’ kelimesini ‘şefkatli, anne gibi davranan’ olarak adlandırmaktadır.
Çocukken oynanan oyunları biraz hatırlayalım. Mesela evcilik oyunu; kız çocuğu anne olur, yemek yapar, çocuklarıyla ilgilenir, eşini kapıda karşılar, güler yüzlü olur, onun yemeğini, kahvesini getirir. Erkek çocuk ise evcilikte işten gelir, surat genelde asık ve yorgundur, oturur ve yemeğinin kahvesinin önüne gelmesini bekler. Peki evcilik oyununda girilen bu roller kuşların uçmayı öğrenmesi kadar içgüdesel midir, yoksa ebeveynlerinden gözlemledikleri midir? Kız çocuğuna oyuncak bebek, yemek seti gibi oyuncaklar alınırken, erkek çocuğuna araba veya silah alıyor olmak da kimin şefkatli ve koşulsuz kabul eden olacağını sübliminal mesaj olarak vermektedir. Bu durumu da evrimsel olarak aktarılan bazı roller olarak düşünebilir ama kabullenmeyebiliriz.
Bu tip ilişkilerin sonu psikolojik anlamda nereye varıyor?
Kişi eğer mutsuz olmasına rağmen ilişkiyi sürdürüyorsa ve bu durumla ilgili yakınmaya başlamışsa ve partneri de onun bu mutsuzluğunun farkındaysa soluğu bizlerde aldıkları oluyor. Bu senaryo olası en güzel senaryo oluyor. Çift terapilerinde ilişkinin paternini ele alıp, var olan sorun alanı üzerinden olası en iyi sonuca doğru ilerleyen bir süreç onları bekliyor oluyor.
Tabi ki her istediği yerine gelen, bir başkasının duygusal sorumluluğunu üstlenmeyen ve diğer tarafında bundan yakınmadığı bir ilişkide hayatın güzellikleri görülmeden akıp gidiyor ta ki aşkın gözü açılana dek.
Özgecilik kavramının sizin daha önce 4 kategoride anlattığınız bağlanma tipleriyle ilgisi var mı? İlişkilerine şu bağlanma şekliyle yaklaşanlar daha fazla yaşıyor bu durumu diyebilir miyiz?
Öncelikle dört bağlanma stilinin neler olduğuna değinmek isterim. ‘Güvenli bağlanma stili’ olan yetişkinler; hem kendine yönelik hem de karşısındakine yönelik olumlu duygularla yaklaşırlar. Başkalarının kendisini nasıl gördüğünden ziyade kendisini nasıl gördüğü daha da önemlidir. Hem yakınlık kurmada hem de yalnız kaldığı zamanda da kendini yönetmekte oldukça başarılıdırlar. Bir başkasına bağlı olmakta mutluluk duyan, uzun süreli ilişkiler yaşayan, saygı ve güveni rahatlıkla duyan yetişkinlerdir.
‘Saplantılı bağlanma stili’ olan yetişkinler; kendilerine karşı olumsuz, karşısındaki kişiye karşı ise olumlu duygularla yaklaşır. Kendilerine olan güvenleri oldukça az olduğu için en temel kaygıları da terk edilmektir. ‘Kayıtsız bağlanma stili’ olanlarda kendilerine karşı olumlu duygular beslerken, başkalarına karşı olumsuz duygular barındırırlar. Karşıdaki kişi tarafından reddedilmektense hiç ilişki içerisine girmemeyi ya da kendileri terk etmeyi tercih ederler. Bağımsız olmak onlar için çok daha önemlidir.
Korkulu bağlanma stili olan yetişkinler de hem kendisine hem de karşısındaki kişiye karşı olumsuz duygulara sahiptirler. İnsanların güvenilmez olduklarına olan inançları çok kuvvetlidir. Reddedilme korkusu fazla olduğu için, ilişkileri de yolunda gitmemektedir.
Bu stillere bakınca pek doğaldır ki saplantılı bağlanma stiline sahip olan bireylerde özgeciliğin olması kuvvetli bir ihtimaldir. Plaza çalışanı, iş kadını yani sosyal ve ekonomik özgürlüğe sahip olarak adlandırılan kadınlarda da bu tür bağlanma ile birlikte mutsuz ilişkiyi sürdürmede ısrar görülmektedir. Bu bağlanma stillerinin ortaya çıkmasının en temel nedeni de çocukluk döneminde anne ve babanın fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarımızı ne denli karşılamasıyla bağlantılıdır. Bu tarz bağlanma stiline sahip oluyor olmak, ömür boyu bu stile mahkum kalınıyor anlamına da gelmemelidir. Düzenli ve doğru bir terapi süreciyle kişi kendine karşı olan güveni arttırıp, partnerine karşı da güvenli bir bağ oluşturabilmektedir.
Uzman Psikolog Serkan ELÇİ